15 Kasım 2016

1077

   Ablamın Ponçik isimli bir kedisi vardı bir zamanlar. Ben onu hiç göremedim, ablamın gönderdiği fotoğraflarından takip ediyordum. Sonra bir gün öldüğünü öğrendim. O zaman ablama hiç söylemedim - o daha fazla üzülmesin diye - ama ben onun arkasından çok ağladım. Bilmiyorum, sahipli olsa da, belki sevildiğini bilerek ölse de yüreğime çok dokunmuştu ölmesi. Hala daha ne zaman "ponçik" kelimesi duysam içim bir sızlar.

   Geçen hafta başı, sabah saatlerinde, iş yerinde otururken kapıdan bir yavru kedi girmişti. Aldık, besledik, sevdik, ona bir kutu bulduk. Kedi isteyen bir arkadaşım vardı, ona vermek için eve götürecektim. Öğleden sonra, koyduğumuz yerde kaldığını, halsiz olduğunu görünce bizim veterinerleri çağırdık (belediyenin). Her gün aradık, ishal olduğunu, iyiye gittiğini ama ilaç tedavisinin bitmediğini, bitince getireceklerini söylemişlerdi. Mama aldım ona, gelince yemeği hazır olsun diye, Paris'in eski kum ve mama kabı vardı. Onları ona ayırdım. Bugün artık geri almayı beklerken, kusma başladığını, serum bağlandığını ve kurtulma ümidinin çok az olduğunu öğrendim. Sinirlerim bozuldu sonra, bu gece ağladım, ağladım, ağladım. Bana barınaktan fotoğrafını gönderdikleri, yuvalanmayı bekleyen diğer üç yavru kedi için ağladım. Pazar sabahı işe giderken tam çöpü attığımda karşıma çıkan ölmüş kedi için ağladım. İyileşmesini beklerken kötü haberlerini aldığım, adını bile koyduğumuz Buğday için ağladım. Dünyada kendine yer bulamayan bütün ölen kediler için ağladım. Barınakta yuva beklediklerini bildiğim halde alıp kendim bakamadığım üç yavru için de ağladım. Dünya kötü bir yer gibi diye de ağladım. Ağladıkça ferahlar ya insan ben bu sefer pek ferahlamadım. Belki de yeterince ağlayamadım. Bilmiyorum. 

   Dönem dönem eski yazılarımı arşivlediğimden tüm yazılarıma erişim yok biliyorsunuz. Hep kendi kendime "Toplamda kaç yazı yazdım acaba, bir ara arşive dalayım, eski yazılarıma da numara vereyim, kaça geldiğime bakayım..." diyordum. Sonra geçen gün bir baktım ki bunu blogspot yapmış zaten. Ya yeni eklendi, ya vardı ve ben hiç farkında değildim. Artık her neyse, gördüm ki 1076 yazı olmuş. E o zaman 1077 ile devam etmek mantıklı geldi. Numaramız o yüzden kırktan, bin yetmiş yediye atladı. 

  Geçen gün başka bir birimde nöbetçiydim. Bu tarz muhabbet beni çok sıksa da artık çok bunaldıklarından mıdır, bilmiyorum nedendir oradaki arkadaşlar birim görevlisinden dert yandı bütün gece bana. Dinledim, dinledim, dinledim. Sonradan kafama dank etti. Ben de son bir buçuk aydır bir merkezi yönetiyordum ve beraber çalıştığım arkadaşlar kim bilir, beni kimlere, nasıl anlatıyorlardı. Kendi kendime güldüm. Çünkü bana göre her şey eskisinden daha güzel ve yolunda:O).

   Sonra yine yeniden görüşmek üzere...

12 Kasım 2016

40

   Ben bugün fuardaydım tabi ki. İki aydır bekliyordum başlamasını. Kapıdan girdim, hangi yayınevi nerede diye bakarken "Burcu" kelimesi çalındı kulağıma. Ve hemen akabinde çok tatlı bir hanımefendi ve bir beyefendi ile tanıştım. Fotoğraf çekilmek aklıma geldi sohbetimizin sonunda da, telefonunu almadığıma çok pişman oldum. Çünkü ablamla, onun İstanbul'da olduğu dönemde, müsait olursa Serpil hanımla görüşmekten mutluluk duyacağımızı konuştuk. Serpil hanım mutfakcami@hotmail.com adresine yazarsanız telefon numaranızı çok sevinirim. İşte blogun en güzel ve en çok sevdiğim yönü, güzel insanları bir şekilde hayatıma katması. 

    Fuardan aldığım kitaplar ise aşağıdaki fotoğrafta. Saymakla uğraşmayın, tam otuz tane. Büyük kısmını sahaflardan beşe, ona aldım. Ve bunlar okuyayım dediğim ya da okumuştum ama kitaplığımda da olsun dediğim kitaplardı. Yaklaşık üç buçuk saat kadar kaldım fuarda ve çok kitap aldığımdan çok yoruldum ama aslında çok gezmedim. Sahaflarda özellikle her bir rafı tek tek inceledim. Bir süre sonra gelip o var mı bu var mı diye soran diğer müşterilere, burada yok şu sahafa bak ya da aradığın kitap şu gözde diyebilecek kıvama gelmiştim. Ve bir iki tanesine dedim de. 

    Cumartesi tek izin günüm son bir buçuk aydır. Geçen hafta sorumlusu olduğum alanın sergisi vardı ve yoğundum. Cuma gecesi etkinlikte nöbetçiydim. Yarın çalışacağım. Ev de aldı başını gidiyor bu arada. Kocam çamaşır dağlarından bahsettiğinde, ona, bu dağlar sayesinde hayatın monotonluğunu kırdığımı, neyin temiz ve ütülü dolabında hazır olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceğinden, her sabahının ayrı bir macera olacağını söyleyecek kıvamdaydım dün gece:O). 

    Geçen haftaya ait tarihe  not düşülmesi gereken olaylardan biri de Atahan'ın bisikletten düşüp iki dişini kırması ve dudağını yarmasıydı. Dikişleri alınacak pazartesi günü ve ondan sonra bir de dişçi faslımız olacak. Çok daha beter şeyler olmadığı için sevinsem de, beni "Düştüm!" diye aradığından, onu gördüğüm ve iyi gibi olduğunu anladığım ana kadar geçen sürede ömrümün on senesini arkamda bıraktım.

    Geçenlerde internette "Bilim insanları kadınların dudaklarında ve popolarında omega 3 yağı depoladıklarını, bu yağ asidinin de beynin gelişmesini teşvik ettiğini düşünüyorlar."  gibi bir cümle okuyunca mesela "zekamı popomdan alıyorum" cümlesini kurabileceğimizi fark ettim ki, nedense bu benim çok hoşuma gitti :O).

   Bir süre kitap okumakla meşgul olacağım gibi görünüyor. Sonra yine görüşmek üzere...

10 Kasım 2016

4 Kasım 2016

39


    Bugün yerel yönetim temsilcileri olarak İstanbul Tasarım Bienali'nin Özel Galata Rum Okulu'ndaki sergisine davetliydik. Oldukça keyif aldığım ve çoğalarak çıktığım bir sergi oldu. Asıl dikkatimi rehberimizin - bienalin direktörü Deniz Hanım'ın - anlattıklarına verdiğim için çok fazla fotoğraf çekemedim ama özellikle eski mezar taşları ilgimi çeken bir konu olduğundan çeşitli mezar taşlarının bulunduğu bu salonu ayrıntılı inceledim. 





   
    Özel Rum Okulu'nun hemen karşısındaki kilisenin önünden defalarca geçmiştim ama hiç yukarıdan bakma imkanım olmamıştı. Bugün çatı katına çıktığımızda ilk işim fotoğrafını çekmek oldu. Çıkışta kapıdaki güvenliğe kilisenin adını sorduğumda biz Rum kilisesi olarak biliyoruz dedi. Eve gelip internetten baktığımda tam adının Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi olduğunu öğrendim. Bir kaç kere yanmış ve yeniden yapılmış ama ilk yapılış tarihi 1360. Yani 656 senelik!
 

  Yine okulun çatısından gördüğüm yıkılmış ev. Arkeolog olmamla ilgisi var mı bilmiyorum ama eski dışında harabiyet de çok ilgimi çekiyor. Bilgisayarım yıkılmış ev fotoğraflarıyla dolu. Nerede bulursam bulayım mutlaka bir kare çekiyorum. Bu evi sanki daha önce de görmüşüm gibi geliyor ama okulun çatısına ilk defa çıktım, o civarda başka nereden görmüş olabileceğimi de bilmiyorum...


 
   Günün en içimi ısıtan fotoğrafı ise buydu. Kedinin durakta uyumasından çok altındaki  karton hoşuma gitti. Hayvanları çok seviyorum ve onların korunup kollanması beni mutlu ediyor. Camdaki maymun kedilerim Saruman ve Şarlo hala her sabah ve akşam geliyorlar. Saruman her camı açtığımda  evin içine dalmaktan çekinmiyor ama onu sevmeye çalıştığımda da pati atıyor. Bu yüzden ona kızsam da kıyamıyorum hiç bir şekilde. Şarlo da büyüdü ve çok yakışıklı bir beyefendi oldu. O daha gururlu. Asla Saruman gibi cama gelip yalvarmıyor.  Mama verdiğimde de pek yemiyor, Saruman'a bırakıyor. İçeri girebilirse camı açık bulup Paris'in mamasından otlanıyor sadece.




  
  Bunlar dışında yoğun bir iş hayatı ve ev yaşantısı içinde günlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Sabahları erken kalktığımdan geceleri de erkenden uyuyakalıyorum. İki arada bir derede kitap okumaya çalışıyorum. Ve on iki kasımda kitap fuarı başlayacak artık resmen gün sayıyorum ve tüm sabırsızlığımla  onu bekliyorum.  

    En kısa zamanda yine görüşmek üzere...